HİDE

Grid

GRID_STYLE
false
TRUE

blog

HIDE_BLOG

Classic Header

{fbt_classic_header}

Header Ad

HABERLER

latest

BEN BİR KÜÇÜK KADINIM 9. BÖLÜM 2

  Zeynep hamur teknesine yumruklarını basarken, bir yandan içinden yükselen sıkıntılı halin geçmesini bekliyormuş. Sabahın seher v...




 


Zeynep hamur teknesine yumruklarını basarken, bir yandan içinden yükselen sıkıntılı halin geçmesini bekliyormuş. Sabahın seher vaktinde, ev halkı uyurken kalkıp bazlama yapmaya girişmiş ama şu anda bunun iyi bir fikir olmadığını hissediyormuş. Kendi kendine –Hayııdır inşallah. Neye sıkılıbaa benim yüreğim. Seleddin’le Rabiye’ye bişey oomasın sakın. Kaç gün oldulaa gideli… Geemedilee. Allah etmesin yolda yolakda başlarına bişeymi geldi ki…-

Böyle kendi kendine ruh sıkıntısının nedenini anlamaya çalışırken, Hatice uyanıp gelmiş:

-Ayooo gızım, sen kaktınmıydı anam. Hamuru yoğurmeye girişmişin bile. Abdestliğe giden gelen birlikte ediverelim.

-Hayırlı sabahlaa ana. Sen hiç buleştiime elleeni. Ben başladım gari. Az yoğurdum hamırı. Hemen bitee.

Elini yüzünü yıkayıp dönen Hatice, Zeynep’in yanına diz çöküp oturmuş. Sessizce bazlamaları açan kızının sıkıntısını farkedip:

-Hayııdır gızım. Bişey mi oldu? Canın mı sıkkın?

Zeynep iç çekip:

-İçime bi acı çökdü ana. Hayıır olsun inşallah. Gece uyuyumadım. Seleddin’le Rabiye geemedilee daha. Yollaa da bişey mi oldu deye kafama daktım. Töbe töbe yarabbim. Bi geeeselee garii. Bu gada zaman ne edibaala orlaa da bilimedim ki?

Hatice kızının sırtını sıvazlayıp:

-Böyün yarın geliile gızım. Aklına kötü şeylee getiime. Allaa’n izniyle sağ salim çıkıp geliile…



Böyle iç sıkıntılarıyla iki gününü daha geçirmiş Zeynep. Sanki göğsünün üstüne abanmış koca bi öküz, yüklendikçe yükleniyor gibiymiş. Gözü kulağı avlu kapısında, yüreği ağzında bekliyormuş.

Derken beklenenler gelmişler. Avlu kapısından Selehattin’in sesini duyan koşmuş tahtalığa. Zeynep’le çocuklar tahta merdivenlerden koşarak inip karşılamışlar onları.

Rabiye’de, Selehattin’de çok solgun görünüyorlarmış. Hemen eve çıkıp sofra kurmuşlar. Hep birlikte çönmüşler yer sofrasındaki sininin çevresine. Herkes merak içindeymiş. Hatice dayanamayıp:

-Ooolum, doktur ne dedi? Neyi vaamış Rabiye’nin?

Selehattin analığının gözlerinin içine baktığı kısacık anda, gözleriyle –sorma ana… Rabiye’nin yanında olmaz…- der gibiymiş. Bunu Zeynep’te farketmiş.

-Bişeyi yokmuş gızımın. Galbi tersteymiş. Delik de varmış galbinde emme ilaç veedi. Onları içince yaveş yaveş düzelii dedi.

Öyle sıradan bir şekilde söylemiş ki bunları, Zeynep’le Hatice algılayamamışlar. Algıladıklarında ise göğüs kafeslerinin arkasından yükselen bir acı gelip boğazlarına dayanmış. Zeynep sessizce sofradan kalkmış. Kimseye bakmadan:

-Suyu az getiimişiz. Ben bi su getiren gelen.

deyip mutfak odasına geçmiş. Yumruk yaptığı elini ağzına tıkıp, bağıra bağıra ağlamamak için dişlerini yumruğuna geçirmiş.

-Rabiye’min galbinde delik vaaaa. Galbi delikmiş benim gızımın. Tersdeymiş… Tersde ne demek? Seleddin anama neye ööle bakdı. Kötü bişey vaa gızımda.. Kötü bişey vaaa..

İçinden yükselen feryat boğazında düğüm düğüm, sessizce, öylece takılıp kaldı. Bi yandan yanlış duymuş olmayı, o bakışı yanlış anlamış olmayı dilerken, bir yandan dünyanın başına yıkıldığını hissediyormuş. Hatice’nin ona seslendiğini duyunca hemen gözlerindeki yaşı silmiş. Kendine çeki düzen vermiş. Yüzüne sahte bir gülümseme kondurup dönüp sofraya oturmuş…

Rabia anasının gidiş gelişini dikkatle izlemiş. Ve onun sofradan kıvranarak kalkışını, içeriye gidip, kendinden gizli ağladığını anlamış. Bildiğini daha fazla saklamak istememiş:

-Ana, buba… Nenee….

Daha bu üç kelimede gözlerinden yaşlar akmaya başlamış. Boğazını düğümleyen düğümden kurtulmak için yutkunup, devam etmiş.

-Bubam bilmeyoo. Doktor beni dışarı çıkardıydı. Bubama deyeceklerini ben duymeyen deye etti. Anladım ben. O yüzden kapıdan dinledim.

Selehattin çarpılmış gibi:

-Neyi dinledin gızım. Ne duydun? Ne duyduysen ööle değildir o. Yanlış anlamışındır sen…

-Duu buba. Sakin ol. Eyiyin ben. Telaş etmeen. Hakkatten eyiyin ben. Sen şindi benim yanımda deyemecesin biliyon. Benim ardımdan gonuşuceesiniz. Emme gerek yok. Herşeyi duydum. Şurda iki üç yıl daha…

Küçük bi hıçkırık sözünü bölmüş. Yine de ısrarla devam etmiş. Titreyen sesiyle:

-İki üç yıl daha yaşeyecekmişin. Ömrüm bu gadarmış.

Sofradaki herkes duyduklarına şok olmuş. Kardeşleri ellerinde tuttukları ekmek parçalarıyla öylece kala kalmışlar, Hatice hıçkırmaya başlamış, Zeynep ise gözlerini kocaman, acı ve korku içinde açmış:

-Iııı… Deme ööle. Deme gızım. Oluu mu ööle şey. Seleddin. Ne deyo bu gıız? Yalan de. Gep genç gız ne demeye ölüyoomuş. Sen yanlış duymuşundur. Dee mi Seleddin? Yanlış duymuş dee mi?

Selehattin ne diyeceğini bilemez halde, şaşkın şaşkın:

-Gızım, yanlış duymuşun ya sen… Ööle demedi doktor…

Sonrasında hemen kendini toparlayıp devam etmiş:

-Sen de duydun ya zaten. Galbinde delik vaa. Orası tamam. Mavi küf hastalığıymış senin kee... Emme ilaçlaalan eyileşicek dedi. Ben ameliyat etseniz dedim, hani taa çabuk eyileşiisin belki deye. Bunun ameliyatı olmaz masada galıı dedi. Sen onu duymuşundur. Abooo, nerden çıkadın ölüceeni sen? Töbe de.. Allah etmesin. Tedavin neyse edicez. Eyi yeyip içiricez seni. Eyi bakıcez. Sen de dikkat ediceen. Bööle bööle yaveş yaveş eyileşiceesin.

Rabia babasının sözlerini dinledikçe umutlanmış. Gözlerine parıltı gelmiş. Sevinçle:

-Ayooo. Essehten mi buba? Eyi mi olcen ben? Emme 20 yaşına gadaa yaşaa dedi deye duydum ben. Allah Allaaahh…

Sofradakiler umutla üzüntü arasında gel gitler yaşarken Selehattin:

-Gızıım. İlaçlarını gullanmazsan, eyi yeyip içmezsen hastalığın kötüye gideemiş. Galbin dibinde ana damar varımış. Onu anlattıydı o sıra doktor. O damarda oleydi bu delikleden biri o zaman 20 yaşına gadaa yaşaa, maalesef bişey edemezdik dedi. Sen yanlış anlamışın ya. Abovvv, hureye bak. Kimbilii kaç gündüü ne gadaa üzülmüşündüü. Hiç insan dememi buba ben bööle bööle duydum. Neyi bu işin aslı deye. Ge baken benim güzee gızım. Gee bi sarılen sene. Naha deli seni.

Rabi’a sevinçle babasına yanaşmış. Baba kız sıkı sıkı sarılıp kucaklaşmışlar. Güzel gözlerinden bu kez sevinç göz yaşları akıyormuş. Aslında odadaki herkes ağlıyormuş. Sırayla Rabia’ya sarılıp yanaklarından öpmüşler.

Zeynep tedirginlikle sormuş:

-Mavi küfümüş ööle mi? Biz yedirii içirii eyi ederiz onu inşallah. Deemi ana?

Hatice coşkuyla:

-Eyi etcez tabi. Allaan izniyle hiç bişeyi galmecek benim güzee gızımın. Ben ona nele nelee edee yediririn. Hepimiz bi oluu küfü müfü silee süpürüz. Heç bişeyi galmaz.

Herkes derin bir nefes almış. Rabia yorgun diye hemen Beride yatak sermiş. Sırtını yepeşleye yepeşleye yatmaya göndermişler onu. Uyuduğundan emin olduktan sonra, Hatice’yle Zeynep’i de yanına alan Selehattin, bahçede doktorun söylediklerini anlatmış. Dizlerinin bağı çözülen Zeynep’in kollarından tutan Hatice, onu bir taşın üzerine oturtup:

-Gızım. Goyuveeme anam kendini. Etme bööle Zeeneb’im. Baksene çocuk dokturun dedikleeni duymuş. Eğee üzüntülü görüüse bizi, anlaa taa çok üzülüü. Hiç bi şey belli etmecez ona. El birliğiyle elimiz erdiğince eyi bakıcez. Belkim yanılmıştıı doktur. Belli mi oluu. Allah’dan umut kesilmez ki deemi? Topla gızım kendini…

Acıdan yüzü kaskatı kesilen Zeynep:

-Anaaa… Anaaa…. Ciğerlerim acıyoo anaaaa…. Ben onun yüzüne bakmeye gıyımeyon. Arpa ağırlığınca ağır bişey demedim bu güne gadaar. Hasta oluverii, üzülüverii deye. Eyi olsun deye gözünün içine bakdım durdum. Baksene… Yaşımaz demiş doktur. Ben naalı dayanen buna. Bi deyive bi. Naalı dayanılıı bu acıyaa… Goca Rabbım bene bu dertle imtihan etme. Yavrumun gözüne baka baka naalı bekleeyen ölücee günüü…

Karnını tuta tuta, sessiz bir ağıtla ağlıyormuş. Selehattin hıçkırarak:

-Zeeeneeb. Ben onun tedavisi için ne gerekiiceese yapdırıcen. Etme bööle. Birbirimize dayanıcez, ööle arecez çaresini…

Hatice’ye dönüp bir çare bekler gibi:

-Anaaa… Ne etcez biz. Naalı dayanılıı bu acıyaaa. Sen bizim böyüğümüzsün. Bi yol göstee bize. Böğürlerim acıyooo. Naalı başedicez biz bu üzüntüyle…

Hatice perişan halde:

-Ooolum. Allah’tan gelene ne edilii? Elimizden ne gelii? Dik durucez mecbur. Yavrum bilmesin. Duymasın. Yoksa çok dert edee. İçin için kemirii… O yüzden sabredicez Seleddin. Zeenep… Sabredicez inşallah Allah’ta sabrını vericek. Bi yandan da çare arecez. Belki bi yeeleede çaresi bulunuverii. Belli mi oluu deemi? Haden bakem. Toplen kendinizi. Çocuklara da tembihlerin ben. Abalarını üzücek bişey etmezlee. Zaten etmeyolaa yavrularım. Hepsi o eyi olsun deye gözünün içine bakıyoolaa…



Böylece başlamış yeni çileleri. Elleri ayakları bağlanmış, çaresizlik içinde güzel kızlarının günden güne sararıp soluşunu yürek acısıyla yaşamaya başlamışlar. Rabia ise hastalığının tedavisini gördüğüne, ilaçların onu iyileştireceğine gönülden inanmış. Belki de inanmak istemiştir, kimbilir? Anası-babası, kardeşleri ovaya gittiklerinde ninesiyle birlikte uzun sohbetler ederlermiş. Küçük kardeşleriyle oturduğu yerden oyunlar oynar, bir yandan da çeyizlerini yapmaya devam edermiş. Ama gün geçtikçe iyiye değil, kötüye gidiyormuş.

Bazı günler kolunu kaldırmaya dermanı olmaz, yataktan sadece ihtiyacını görmek için nefes nefese kalkar, sonra yine yatağına dönermiş. Bazı günler ise mahalledeki arkadaşlarına gider, güler eğlenir, hastalığı el verdiğince keyifli olurmuş. Bu sıralarda annesinin yine hamile olduğunu öğrenmiş. Bu haber onu çok mutlu etmiş. Doğacak kardeşi için annesinin diktiği zıbınların çevresini oyalamış.

Kardeşi Süleyman’la dertleşirlermiş arada:

-Abaam. Goca oolan oldun. Maşşallah çok da yakışıklısın. Hu köyde senden yakışıklısı yok eğer. Gızlaan ağızında sen vaasın. Senin gönlünde vaa mı biri? De baken bi…

Süleyman muzır muzır ablasına bakar:

-Kimbili ben? Hangisini beğenen karar veremeyon. Hepisi birbirinden güzee. Sen ne deesin? Kimi alen?

-Aman abam yaaa… Ben mi deecen sene şunu al deye. Bi yo deyiveemedin gitti. İllaki vaadır biri. Eğer ölcen merakdan. Bi deyiye bi yaa…

Süleyman usulca ablasına sarılır:

-Yok abam yook. Bu zamanda gızların aklı bi garış havada. Bene ööle gız lazım değil. Ağır oturaklı olcek benim alcem gız. Hottirik birini alıpda ondan keri ölene gada onuulan uğreşiceeme evlenmen oluu bitee…

-Eyi gari duzsuz. Hottirik alıısın oturakleşiverii. Hem baksene, benim evlenceem yok. Çeyiz edip durun emme, kimlee ne etsin beni. Sen de evlenme. İkimiz anamın başına galalım.

Gülüşürlermiş.

Zeynep ise, kızı için yaşadığı üzüntünün yükünü hafifletmek için sık sık annesiyle dertleşirmiş. Zaten annesi olmasa bu acıyla nasıl başedeceğini bilemiyormuş. Rabia’nın her halini izliyor, onun için ne yapabilirse yapmak için çırpınıyormuş.



Hatice en çok onun sevdiği yemekleri yapıyor, Zeynep ovadan dönerken en çok onun sevdiği meyveleri toplayıp getiriyor, Selehattin ise bulduğu en iyi balları kızına taşıyormuş.

Tüm aile Rabia azıcık iyi olsun diye ellerinden geleni yapıyorlarmış. Bazen ona özel yemekler yaparmış Hatice. Diğer çocuklar canları çekse bile, bir kez olsun o yemeğe uzanmazlarmış. Ablaları için sözünü bile etmezlermiş. Selehattin kızına bal yedirirken:

-Bubaa, çocuklarada ver bu baldan. Günahdır, yazık… Onlarında canı çekiyodur.

Der, çocuklar ise ağız birliği etmiş gibi:

-Bizim canımız istemeyo. İstese bubama deriz bize de alıverii.. Dee mi buba?

Diyerek geçiştirirlermiş. Herkes kendi üstüne düşen görevi yapar, onu rahat ettirebilmek için başında dört dönerlermiş.

Selehattin daha sonralardan Denizli’ye, kalp doktorlarına kontrol için çok götürüp getirmiş Rabia’yı. Her seferinde doktorlardan duyduğu söz, biraz olsun teselli edermiş onu:

-Deliklerden biri aort damarında. Bu zamana kadar yaşamış olması bile mucize. Nasıl baktıysanız bu yaşa kadar gelmiş. İlaçlara devam edin. Ve böyle iyi bakmaya da devam edin…

Elbette Rabia’ya tamamen farklı şeyler söylüyorlarmış. İyisin, daha da iyi olacaksın. İlaçlar işe yarıyor… Beslenmene aynı şekilde devam et. Kendini yorma. Üzme… Ve her doktor dönüşü Rabia umutla ve sevinçle müjdeyi veriyormuş annesine, ninesine:

-Eyileşiyoomuşun ana. Doktor ööle dedi. Yorulma, eyi ye iç dedi. Zaten siz beni yormeyosunuz Allah ırazı olsun. Yedirip içiriyonuz. Bi eyileşen inşallah ben de size ööle bakıcen…

Zeynep gizli gizli ağlıyormuş kuzusuna. Yüreği daraldıkça kendini dışarılara atıyormuş. Anasına sığınıyormuş çoğu zaman. Hatice teselli ediyormuş onu. Kızının yükünü hafifletmek için elinden geleni yapıyormuş. Torunlarına hem analık, hem ninelik yapıyor, yemekleri hazırlıyor, silip süpürüyor, derleyip toparlıyormuş. Kızlara ev işlerini öğreten oymuş. Zeynep ovada, bağda bahçedeyken içi rahat olurmuş. Kuzularının emin ellerde olduğunu, sıcacık aşın ocaklığa konduğunu, evin pırıl pırıl temiz-pak tutulduğunu bilirmiş. Hele de şimdi… Bunu bilmek onun için çok daha önemliymiş. O evde yokken Rabia’sına ondan daha iyi bakan, kol kanat geren bi annesi olduğu için minnettarmış.

……………………………………………….



O yıl Rabia’nın hastane, ilaç masrafları çok olduğundan epey borçlanmışlar. Yazın ortalarıymış. Ova işlerinin çoğunu hafifletmişler ama elde avuçta bir şey kallmamış. Selehattin kahvede konuşulanları duyduğunda, belki bizi biraz rahatlatır diye düşünerek gelip evdekilere açılmış:

-Zeenep, böyün gayfede oturuuken daddiri Üsen anlattı. Söke’de pamık tarlaları vaamış. Amele areyolaamış. Eyi de para veriyoolamış. Biliyon durumumuzu… Ne deesin? Gidelim mi oreye çalışmeye?

Zeynep beklemediği bu teklife şaşırmış:

-Bilimedim ki? Naalı olcek? Taa önce hiç pamık toplamadık ki… Hakkından gelebiliimiyiz? Rabiye’yi çocukları ne etcez?

Selehattin:

-Ööreniveririz canım. Kaç yılın lençberiyiz.

Hatice Selehattin’in sözünü kesmiş:

-Gızım, senin elinden uçanla gaçan kurtuluu. Maşşallah her iş geliyor elinden. Hem çocukları dert etme. Siz orasını düşünmeyin. Ben varın burda, taa ölmedim çok şükür. Süleman’da böyüdü. Beride desen yetişti geldi gari. Goca gız oldu. Hatca’da ööle. Şerife’yle Güüsün’de böyüdülee. Bene bi eziyetleri oomaz. Biz idare edee gideriz. Böyüklee ovada galan işleri halledeelee zaten. Nerdeyse bişee galmadı nasıl olsa. Siz gide, iki guruş birikdirii geliisiniz. Hiç olmazsa önümüzdeki gışı kafeniz ırahat geçiriisiniz.

Selehattin minnetle:

-Allah ırazı olsun ana. Sen olmasan bizim halimiz perişan olurdu. Allah seni başımızdan eğsik etmesin.

Hatice mutlulukla:

-Allah sizden ırazı olsun ooolum. Bi yo olsun gönlümü gırmadınız benim. Hem ne olcek, atla deve değil ya… O gadalık hayrım olsun size dee mi?

Zeynep annesinden gelen bu güvenceyle rahatlamış bir şekilde:

-Tamam o zaman. Anam maydem çocuklarla burları çekee çeviririz deyoo. Gidelim, accık ta el tarlalarında çalışalım. Ne zaman gidilicek? Ona göre ben hazırlanmeye başleyen.

Ağustos başı yüklerini alıp yola koyulmuşlar. Söke denilen yere varmışlar. Aydın’a bağlı bu güzel ilçe Söke Çayı’nın iki yakasına kurulmuş, Samsun dağının gölgesinde olmasına rağmen oldukça sıcak bir yermiş. Yükleriyle ovada amelelik edecekleri yere gittiklerinde, sıcaktan ve yorgunluktan bunalmış haldeymişler. Tarlaların çevresine kurulmuş çadırlarda, kendileri gibi pamuk ameleliği için gelen aileler kalıyormuş. İsimlerini yazdırıp o günü dinlenerek geçirdikten sonra, çadırlarına yerleşmişler. Sıcağın şiddeti her ikisinin de gözünü korkutmuş ama onlar işten kaçacak tiniyette değillermiş. Ertesi gün sabah 5’te kalkıp birşeyler yedikten sonra diğer amelelerle birlikte tarlaya dalmışlar. Bellerine bağladıkları torbalara, yıldız gibi ağızlarını açmış pamuk kozaklarının içinden, yumuşacık, bembeyaz yumakları toplamaya başlamışlar. Kısa zamanda yıldızların uçlarındaki dikenler parmaklarını haşat etmiş. Aldırmadan işlerine devam etmişler. Sadece susadıkları zaman ara veriyorlar, ellerinden geldiğince çok pamuk toplamaya gayret ediyorlarmış. Çünkü ne kadar çok toplarlarsa, o kadar çok para kazanabiliyorlarmış. Zeynep gebeliğinin üçüncü ayındaymış. Bunun da etkisiyle yorulsada sesini çıkarmadan işine devam ediyormuş. Öğle saatlerinde güneşin kızgın alevi altında atıştıracak kadar mola verip, soluklandıktan sonra tekrar pamuk toplamaya devam ediyorlarmış. En çok içtikleri sudan tat alıyorlarmış. Öyle güzelmiş ki o an. Sanki büyük bir ızdıraptan kurtulmak, yeniden nefes almak gibiymiş. Pamuk işi onların yaptıkları işlere benzemiyormuş. Çok yorucu, insanın imanını gevreten bir işmiş. Yine de aldıkları paranın hakkını vermek için, temiz, pak yapıyorlarmış işlerini. Kimi ameleler pamuk daha çok gelsin diye çeri çöpü de toplayıp karıştırıyormuş torbalarına. Ama onlar Allah korkusuyla titizlik ediyorlarmış.

Akşam olunca çadırlarda toplanıp kendi aralarında eğlenceler düzenlerlermiş. Bunlardan en eğlenceli olanını Selahattin başlatmış. Bi akşam yine bir çok aile büyük çadırlardan birinde bi araya geldiklerinde, neyle eylensek diye düşünürken Selehattin ortaya atılıp:

-Ben bi oyun biliyon. Emme her baba yiğidin harcı değildii bu oyun.

Biri:

-De baken arkıdeş, neymiş bu oyun?

Selehattin ayağa kalkıp heyecanlı heyecanlı hem gösterip hem anlatırken, kadınlı erkekli merakla dinlemişler:

-Şindi bi elinizle bi gulağınızı dutuceksiniz. Öbür kolunuzu şööle gulağınızı duttuğunuz kolunuzun içinden geçirip yere deyiriceesiniz. Ondan sonra elinizi yerden kaldırmadan bööle beşe gadar dönüceesiniz. Ondan keri şurdeki daşa goyduğum şapkeyi kim alabiliise oyunu gazanan o olcek.

-Oleee, ne vaa onda. Ben oynarın.

Etraftan gülüşmeler gelmiş. Tezahurat eşliğinde ayağa kalkan adam, aynen Selehattin’in söylediği gibi, kulağını çapraz tuttuğu kolunun içinden diğer kolunu çıkarap, yere parmağını koymuş. İki büklüm dönmeye başlamış. Herkes bi ağızdan sayıyormuş:

-Biiiiirr, ikiiiiii, üüüüç…

Beş olunca adamcağız doğrulmuş. Şapkayı bulmak için fırıl fırıl dönen başını sağa sola çevirmeye çalışmış. Nihayet şapkayı gördüğünde o yöne doğru yürümeye başlamış ama daha ikinci adımda bacakları dolanıp yere kapaklanmış. Onun bu sersemlemiş hali pek eğlenceli görünüyormuş. Gülüşmeler ortalığı inletmiş. Düşenler… Şapkayı almayı başaranlar… Kadınlı erkekli sırayla oynuyorlarmış. Artık bu oyun akşam eğlencelerinin bir numaralı oyunu oluvermiş.

Akşamları böyle yorgunluklarını atsalarda, gündüzleri çok çetin geçiyormuş. Sabahın beşinden akşamın güneş batımına kadar pamuk toplamak… Bu işte çalışan herkes, gerçekten de kazançlarının her kuruşunu alınlarının teriyle hak ediyorlarmış.

Bir gün yine pamuk toplarlarken Zeynep’in burnuna ezilmiş haşhaş kokusu gelmiş. Öyle güzel kokuyormuş ki… Hevesle başını kaldırıp bakınmış. Uçsuz bucaksız pamuk tarlası… Ortalıkta haşhaşa benzer bir şey yokmuş. Kendince anlamış. Haşhaşa aşeriyorum diye düşünmüş. Eyvahlar olsun. Bu yaban ellerde haşhaşı nereden bulacak? İnşallah uzun sürmez, gelir geçer diye teselli etmiş kendini. Ama geçmemiş. İlk hissettiği kokudan sonra orada kaldıkları iki ay boyunca haşhaş kokusu burnunun direğini sızlatmış. Bazen o kadar çok istiyormuş ki canı, elinde olmadan ağlıyormuş. Bazı geceler rüyalarına giriyormuş haşhaş… Gözünü bi heves açıyormuş ve rüya olduğunu anladığında üzülüyormuş. Sonra aklına Rabia’sı düşüyormuş. Ona da aşererken böyle olduğunu, belki de yiyemediği için kalbinde delikler olduğunu düşünüp kahrediyormuş. Acaba, haşhaş yiyemediği için karnındaki bebeğinin de kalbinde delik olur mu diye dertleniyormuş. Ama çaresizlikten, el ermez, yol bilmezlik yüzünden haşhaşı bulamamışlar. Yiyememiş. Burnunda o koku ve yüreğindeki korkularla tamamlamış günlerini. Nihayet pamuk işi bitmiş. Biriktirdikleri parayla birlikte, yüklerini alıp, orada arkadaşlık ettikleri amelelerle helalleşip dönmüşler köylerine.

Zeynep büyük bir özlemle kavuşmuş çocuklarına, annesine. Söke’nin sıcağından sonra Darıveren’in serin havası pek güzel gelmiş onlara. Selehattin ise oyalanmadan borç aldığı kişilere gidip borçlarını ödemiş. Helalleşmiş onlarla. Üzerinden büyük bir yükü atmış sanki. Rahatlayıp evinin huzurlu çatısının altına dönmüş. Zeynep ise çocuklarıyla hasret giderdikten sonra haşhaş sormuş annesine:

-Anaa, ben haşeşe aşerdim. Gittim gideli burnumun dibinde kokusu. Gece gündüz deli oldum orlarda emme bulumadım. Va mı evde haşeş?

Hatice ayaklanmış hemen. Gidip kara taşı yüklenip gelmiş:

-Olmamı gızım. Hemen getiren, ez de canının istediği gadaa yee.

Zeynep annesinin getirdiği haşhaş torbasından bi tas dökmüş kara taşın üzerine. Eline aldığı ezme taşıyla başlamış haşhaş sürtmeye. Haşhaşın o güzel, yanıksı kokusu buram buram yayılmaya başlamış.

-Anaaa. Şekee va mı evde? Vaasa accık şekee koyen. Yoksa pekmez koyaa yerin. Eğee ölücen sandım. O gada canım istediydi. Allah ırazı oosun senden. Sen olmasan ben ne ederin?

Hatice koşmuş pekmezi de alıp getirmiş. Elindeki tasa Zeynep’in ezdiği haşhaşı koyup pekmezi de dökmüş üstüne. Bi güzel karıştırmış. Vermiş kızının eline. İştahla ezmeyi yemesini izlemiş…

Haşhaş ezmesini yese de bebeği doğana dek Zeynep’in korkusu geçmemiş. Asıl canı çektiğinde haşhaş ezmesini yiyemediği için onun da bi noksanlığı olursa diye içi içini yemiş. Çünkü bilirmiş, aşerenin canın çektiği şey, bebeğin bi eksiğini tamamlarmış. Ya o zamanı kaçırdıysa… Ya yine çaresiz kalacağı bi evlat acısı bekliyorsa…

HER PAZAR YENİ YAYIN


ROMAN PROJESİ BECERİKLİ KADIN'IN -HATİCE ÖZTÜRK- NOTER ONAYLI ÇALIŞMASIDIR. BÖLÜMLERİN HERHANGİ BİR YERDE İZİNSİZ YAYINLANMASI, KOPYALANMASI, DAĞITILMASI, PAYLAŞILMASI VB DURUMLARDA HUKUKİ SÜREÇ BAŞLATILACAKTIR

Hiç yorum yok

Yorumunuz için teşekkür ederim.